
Geçtiğimiz on yıl boyunca, teknolojinin tanrı hakkındaki tartışmalardan sokaktaki protesto eylemlerine kadar sosyal hayatı nasıl yeniden şekillendirdiği hakkında hikâyeler yayınlayan bir muhabir olarak çalıştım. Bu konuda fark ettiğim bir şey, internet kültürünün tuhaf bir biçimde kullandığı gerçekten önemli bir sözcüğün olduğuydu: demokrasi. Yeni bir uygulamanın – ister robotik kişisel asistanlar, ister sepya renkli selfie’ler olsun – bir şeyi demokratikleştirdiği söylendiğinde, bunun anlamı, o şeye daha fazla kişinin erişmesine olanak tanımasıydı. Sadece erişim. Yanında da kocaman bir hizmet koşulları sözleşmesi. Eskinin kasaba toplantıları ve oy sandıkları, müşterek sahiplik, müşterek yönetişim ve hesap verebilirliği geride kaldı.
Bir yazar olarak sözcükler işimi yaparken kullandığım araçlar ve anlamlarına hâkim olmayı seviyorum. Sözcüklere çok şey borçluyuz. Bizi birbirimize bağlıyorlar; neler yapabileceğimizi hatırlatıyorlar. İnternetin demokrasi tanımlarımızı yeniden tanımlayarak ortadan kaldırmaktan çok, daha iddialı hale getirmemize yardımcı olacağını umuyorum.
2014 yılının sonunda, Amazon’un kullanıcıların tamamen çevrimiçi bir iş parçası – saniyeler ile saatler arasında zaman alabilecek, bir satış fişinin kopyasını yazmak, bir reklam hakkında geribildirim almak veya bir sosyoloji anketine katılmak gibi işler – bulabildiği Mechanical Turk platformu hakkında bir yazı yazıyordum. Trebor Scholz’un New York’ta gerçek Mechanical Turk üyelerinin de katıldığı Dijital İş Gücü Konferansı’na gittim. Bunlar arasında, eşi işini kaybetmiş bir kadın ve eski bir kablo teknisyeni vardı. Platformda çalışmanın nasıl olduğunu anlattıklarını duydum. İşverenler onları değerlendirebiliyor, ancak onlar işverenleri değerlendiremiyordu.
Yaptıkları iş, herhangi bir ödeme veya başvuru mercii olmadan reddedilebiliyordu. Asgari ücretin altındaki ödemeleri önleyecek herhangi bir sınırlama yoktu. Bu kişilerden biri medyada bir şikâyetini dile getirdiğinde, hesabı dondurulmuştu.
Konferans süresince, Mechanical Turk üyelerinden sık sık gelen, düşünce deneyi niteliğinde bir soru vardı. Bir ağızdan şunu soruyorlardı:
Platformun sahibi biz olsak ne olur? Kuralları biz nasıl koyardık?
Orada birkaç dakika durup, platformu kendileri – ve Amazon – için nasıl daha iyi bir hale getirebilecekleri konusundaki fikirlerini ortaya atıp tartıştılar. Mâkul fikirler ortaya atıldı. Akıllıca fikirler. Ne var ki, bu fikirler sonunda gerçekliğe geri dönüyor ve yeniden şikâyetler başlıyordu.
O zamandan beri, ezber bozan internetle ilgili sancılar ancak daha fazla şiddetlendi. İnsanlar San Francisco’daki servet eşitsizliğini protesto etmek için Google otobüslerinin yolunu kesti ve dünya genelinde Uber sürücüleri grev yaptı. Bu çevrimiçi ekonomi, giderek ekonominin kendisi haline gelirken, daha fazla kişi internetten iş, ilişki ve başını sokabileceği bir ev buluyor. İnternet şirketleri, otomobillerimizden buzdolaplarımıza her şeyi ağa dahil edip paraya çevirmeyi amaçlıyor. Şirketler buna “Nesnelerin interneti” adını veriyor. Yine de, Mechanical Turk üyelerinin sorduğu soru aklımı kurcalamaya devam ediyordu.
Yeni bir şey mi keşfetmişlerdi? Platformlar ve ağlar gerçekten bizim olsa ne olurdu? Elimizde sahipliğin interneti gibi bir kavram olsa ne olurdu?
Gerçek Paylaşım, Gerçek Demokrasi
İnternetin yozlaştırdığı diğer bir kavram da paylaşımdır. Paylaşmak, bildiğimiz ve güvendiğimiz kişilerle yaptığımız şeyleri ifade ederdi. Paylaşım ekonomisi adı verilen sistemde ise bir yerlerdeki uzak sunucularda gerçekleşen daha kolay işlemleri ifade ediyor. Kolaylık harika olsa da, her zaman gerçek bir paylaşım ekonomisi vardı: kooperatif ekonomisi.
Daha önce dünya genelinde antik kabileler, manastırlar ve loncalarda çeşitli örnekleri görülmüş olsa da, modern kooperatif hareketinin geçmişi, İngiltere’de 1844 tarihli Rochdale İlkeleri‘ne dayanır. Bu ilkelerin temelinde yatan, en temel ekonomik sağduyu örneği olabilir: bir girişime, kârların paylaşılmasına ve girişimler arasında rekabete değil, koordinasyona güvenen insanlar arasındaki paylaşımlı sahiplik ve yönetişim.
Biz farkında olmasak da, kooperatifler her yerdedir. Yaşadığım yer olan Colorado’da eyaletin topraklarının yüzde 70’inin elektriği, 1930 ve öncesine dayanan ve hizmet ettiği halkın mülkiyetinde ve yönetiminde bulunan elektrik kooperatiflerinden gelmektedir. Üyesi olduğum kredi kooperatifi, bölgede en fazla ipotekli kredi veren kurumlardan biri. Yaşadığım yerin batısında kalan dağlarda yıllar önce bir grup komşu, kendi internet servis sağlayıcı kooperatifini kurdu. Ayrıca, Land O’Lakes, Organic Valley ve REI vardır.
Çok farklı şekillerde ve büyüklüklerde kooperatifler vardır. Diğer işletmelere kıyasla daha az başarısız olur ve genellikle onlardan daha yüksek maaşlar öderler (üst düzey yöneticiler dışında). Bu açıdan, demokrasinin işe yaradığı görülür – tabii sadece zengin olmak isteyenler için bu durum daha az kazançlı olabilir.
Bir süre kooperatif evinde yaşadım. Şu kirli, organik ve her gece folk müzik stereotipinde bir evdi. Kenya’nın kooperatif yöneticilerine yönelik işletme okulunda gördüklerim için aynısı söylenemez tabii. Kooperatiflerin gayrisafi yurtiçi hasılanın yaklaşık yarısını oluşturduğu Kenya’daki bu öğrenciler, görünüşte diğer yerlerdeki işletme öğrencilerinden farklı olmasa da, tüm pazarlama ve durum çalışmalarının yanında, sizin için çalışan insanların patronunuz olduğu bir şirketi nasıl işleteceğini de öğreniyordu. Barcelona çevresinde Katalan İntegral Kooperatifi‘nin binlerce üyesi arasında yirmi birinci yüzyıl kooperatiflerinin neye benzeyebileceğini görme şansım oldu. Modası geçmiş işlere kapak atmak yerine, bu bağımsız işçiler birbirinin maaşlara daha az bağımlı olmasına ve ortak kullandıkları konutlar, gıda, çocuk bakımı ve bilgisayar kodlarına daha fazla güvenmesine yardımcı oluyor. Kendi dijital para birimleriyle ödeme yapıyorlar. Bunun gibi durumlarda, işçiler, üreticiler, tüketiciler ve mudiler arasındaki geleneksel sınırları çizmek zorlaşabilmektedir.
Kooperatif mirasının bir kısmı teknoloji kültüründe çoktan ortaya çıktı. İnternet, eşler arası özyönetim yoluyla oluşturulmuş, Wikipedia ve Linux gibi ücretsiz ve açık kaynaklı araçlardan faydalanıyor. Yeni girişimlerin kurulduğu garajlardan Googleplex’e kadar birçok teknoloji ofisini ziyaret ettiğinizde, kendini örgütleyen ve sıfırdan projeler oluşturan ekipler görürsünüz. Ne var ki, bu demokrasi, işlerin halen büyük ölçüde yirminci yüzyıl şirketi tarzında yürüdüğü ve en fazla hisseyi elinde tutanın son sözü söylediği şirket yönetim kurullarına ulaşmış görünmüyor. Bir güvenlik duvarı var. Görünüşe göre demokrasiyi, gerçekten önemli olduğu yer dışında her yerde uygulayabiliyoruz.
Bugünlerde önümüzde belirli ölçüde bilim kurgu düzeyinde sorular var: Uygulamalar ve robotlar işimizi elimizden alacak mı? Dijital yaşamımızın herhangi bir yönü gözetlemenin dikkatinden kaçacak mı? İnsanların karın tokluğuna çalıştığı atölyeler ve kanlı maden ocaklarının distopyasının olmadığı dijital bir ütopya olabilir mi? Her durumda, kooperatif geleneği, değişimin hengâmesinde sormayı ihmal ettiğimiz gerekli soruları soruyor: Yaşamımızı sürdürmemizi sağlayan araçların sahibi kim ve bunlar nasıl yönetiliyor?
Platformların Ortak Yönleri
Geçmiş ve mevcut kooperatif işletmeleri, rekabet üzerine kurulu ekonomi ve kültürlerde tutunmak için iki tür stratejiden faydalandı. Bunlardan birincisi, işbirliğinde bulunan rekabet avantajı – konvansiyonel piyasaların başarısız olduğu durumlarda başarılı olma becerisi ve dayanışmada gizli güçtür. İkincisi ise, daha fazla kooperatif uygulamasını desteklemek için sistemin kurallarının – özellikle kooperatif işletmelerinin değerini, bunları teşvik ve finanse etmek için yeterince gören hükümetler tarafından – değiştirilmesidir. Platform kooperatifçiliğinin gelişmesi için bunların ikisine de ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum.
İşbirliğinin rekabet avantajlarını belirleyerek başlayabiliriz. Örneğin, kooperatif uygulamaları, çevrimiçi bağlılığın normal koşullarda sunduğu zayıf bağları güçlendirmeye hazırdır. Ayrıca, büyük teknoloji şirketleri, işçilere ve kullanıcılara insan olarak davranmakta zorlanırken kooperatifler bu işçi ve kullanıcıların başvurabileceği pozitif ve etik alternatifler sunabilmektedir. Konvansiyonel şirketlerin özelliklerini kooperatif sahiplik ve yönetişim özellikleriyle birleştiren karma modeller kısa vadede umut verici görünmektedir. Yine de, sistemin kuralları büyük ölçüde kooperatifçiliğin karşısındadır.
Bunun değişmesi gereklidir. Hükümetlerin, kooperatif platformlarının daha fazla varlığın toplumda kalması ve bireylerine hizmet etmesi anlamına geleceğini kabul etmesi gerekir. Uber benzeri işletmelere “hayır” demeye çalışmaktan (ve başarısız olmak) çok, platform kooperatifleri, kamu kurumlarının “evet” diyebileceği bir şeydir. Kooperatif kurmayı ve finanse etmeyi kolaylaştıran yasaların yanı sıra, iş geliştirmeye yönelik kamu yatırımlara – yani maden işletmelerine her zaman sağlanan türden şeylere – ihtiyacımız var.
Bunun başka bir anlamı da, hüküm süren kuruluşlar hakkında farklı düşünmektir. Facebook’lar, Google’lar ve Uber’lar artık sıradan şirketler değil. Bu şirketlerin iş modelleri, onlara ne kadar bağımlı olduğumuz üzerine kurulu. Onları kullanışlı hale getiren, aynı anda her yerde bulunmaları. Bu şirketler giderek kamu hizmet kurumları haline geliyor. Bunları kullanıp kullanmama konusunda seçme şansımız ne kadar az olursa, demokrasinin devreye girmesine o kadar ihtiyacımız var demektir. Bir dizi tekelleşme önleyici yasa, ortaya çıkan çevrimiçi hizmetleri bölmek yerine daha demokratik bir sahiplik oluştursa ne olur?
Mark Zuckerberg, Facebook hisselerini kendi limited şirketine bağışlamak yerine, Facebook kullanıcılarının kendilerinin sahip olduğu ve yönettiği bir fona aktarabilir. Bu durumda, kullanıcıların da platforma akıttığı bütün o değerli kişisel verileriyle ne yapılacağı konusunda kararlar verilirken yönetim kurulu toplantısında temsil edilmesi ve platformun başarısını sağlamada payının olması sağlanabilirdi.
Bunlar sadece nasıl bir internet, hatta nasıl bir dünya istediğimizle değil, aynı zamanda kendimizi nasıl gördüğümüzle ilgili sorulardır. Güvendiğimiz kurumlardan demokrasi bekleyecek kadar kendimize güveniyor muyuz? Mechanical Turk üyelerinin yaptığı gibi, yönetimde olsak internetin neye benzeyeceğini hayal edecek kadar cesur muyuz?
Otuz yıl önce, internetin bir laboratuvar deneyinden pek fazlası olmadığı zamanlarda, toplum eleştirmeni Theodore Roszak bunun gibi pek çok şeyin bizi beklediğini görmüştü. The Cult of Information‘da şunları yazdı:
“Bilgi Çağından mümkün olduğunca demokratik bir biçimde faydalanmak, sadece teknolojiyle ilgili değil, aynı zamanda söz konusu teknolojinin toplumsal örgütlenmesiyle ilgili bir konudur.”
Bunu unutuyoruz. Yeni aygıtlar o kadar hızlı gelip gidiyor ki, sözcüklerimizin anlamlarının değiştiğini ve kendimizden beklediklerimizi de bunlarla birlikte değiştiğini neredeyse fark etmiyoruz. Sıradan insanlar, interneti kendi istedikleri gibi yontarak ve kendi içerikleriyle, protestolarıyla ve hayalleriyle çoktan internetin sahibi oldu. Bu şeyler üzerindeki denetimi kaybetmenin maliyeti çok yüksek ve çok gizemlidir. Daha iyisini beklememiz ve daha fazlasını istememiz gerekiyor. Zaten bizim olanın sahibi olup onu yönetmemizin zamanı geldi.
Yazan: Nathan Schneider
Çeviren: İbrahim Hoça
Kaynak: The Meaning of Words, Ours To Hack and Own, Or Books, New York, 2016, sf: 14-19
Kooperatifçilik, elbette kendini güncellemiş olarak, mevcut birikimci ekonominin ufkundaki yeni bir üretim ve yaşam biçimi olarak dostluk gruplarının da herhalde gündeminde olması gereken bir hayati bir konu. Yeniden hatırlattığınız için teşekkürler.
Kooperatifçilik, elbette kendini güncellemiş olarak, mevcut birikimci ekonominin ufkundaki yeni bir üretim ve yaşam biçimi olarak dostluk gruplarının da herhalde gündeminde olması gereken hayati bir konu. Yeniden hatırlattığınız için teşekkürler.